17 Ekim 2006

18 ŞİDDETİN PSİKOLOJİSİVEYASAL BOYUTU

18

ŞİDDETİN PSİKOLOJİSİ

VE

YASAL BOYUTU

ŞİDDET

İnsan psikoljisinde güçlü olarak varlığı kabul edilen iki dürtüden biri cinsellik, diğeri ise saldırganlık ve onun ifadesi olan şiddettir. Normalde, insanın içinde, doğuştan var olan bir duyguolan şiddet karşısında insan, çocukluktan başlayarak aileden ve çevreden edindiği eğitimle, bu saldırgan davranışlara ait egosunu, süperegosunu hakim kılarak baskılar. İçindeki saldırgan davranışları ise, topluma ters gelmeyecek alanlara kanalize etmeyi ve problemlerini uygun bir şekilde çözmeyi öğrenir.

Ancak aile çatışmalarının yoğun yaşandığı, aile içi sevginin olmadığı, sosyo-ekonomik şartların ve kültürel düzeyin yeterince gelişmediği aileler ve sosyal çevrede yetişen çocuklar, çevrelerindeki şiddeti örnek alır ve süperegolarını yeterince geliştiremezler.

Bazı araştırıcılar, şiddet ile tür ve türün belli bireyleri arasında ilişki olduğun ve şiddetin nesillerarası geçişkenliğinde kromozomların da rolü bulunabileceğini belirtmektedirler.

Şiddetin uygulandığı alanlar;

· Saldırgan şiddet (Vandalizm)

· Aile-içi şiddet (Kanına karşı, çoçuğa karşı, yaşlılara karşı, erkeklere karşı şiddet)

· Kişinin kendi, kendisine yönelttiği şiddet (İntihar) olarak sıralanabilir

Aile içi şiddet ayrı bir bölümde anlatılmakta olup, bu bölümde vandalizm ve intiharın psiko-etyolojisi ele alınmış; suç ve suçlu kavramı üzerinde durularak, çocuklar ve ergenleri suça yönelten nedenler irdelenmiştir.

VANDALİZM

Vandalizm; bilgisizlik yüzünden ya da zevk için kamu veya sanat yapılarını büyük zararlara yol açarak yıkmak ve bu yıkımı kendi başına bir amaç durumuna getirmektir. “kırıp geçirmek” anlamında kullanılan bu kavrama Fransız Devrimi sırasında rastlanmasına karşın daha eski zamanlardan beri görüldüğü bilinmektedir. Kavimler göçü sonrasında Barbar vandalların eski Roma ve Yunan medeniyetlerine ait sanat eserlerini tahrip edip yağmalamıştır. 1790’dan başlayarak krallığın, soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklarına ilişkin arşiv belgelerinin yakılması emredildi. Buna göre; Paris’teki heykel ve anıtlar kaldırılacak, bronzdan yapılmış olanlar top ve tüfek yapımında kullanılacak, altın olanlar eritilip külçe haline getirilecek, günlük araç ve gereçler de eritilecekti. 19. yüzyıldan başlayarak koruyucu bir sistem geliştirmeye çalışıldıysa da, vandalizm tümüyle önlenemedi.

Günümüz modern kent toplumlarında da vandalizm estetik ve güzel olan her şeye, ortak yaşam alanlarına saldırı olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde vandalizm de, şiddetin benzer şekli olan holiganizm gibi toplumsal güncel bir sorundur.

Vandalizm, antisosyal ya da psikopatik kişilik bozukluğu olarak tanımlanmıştır. Erkek bireylerde daha sık görülmektedir. Kadınlarda daha az rastlanmasına karşın, antisosyal kişilik bozukluğu olan genç annelerin eşlerine ve çocuklarına karşı şiddet içeren davranışlarda bulunduğu bildirilmiştir.

Vandalizmin özellikle adölesan çağda ilaç, uyuşturucu ve alkolün kötüye kullanımıyla ilişkili olduğu saptanmış olup, kokain kullanan adölesanlarda % 57 oranında vandalist davranışlar görülmüştür.

Özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük okul çağındaki gençlerde sık karşılaşılmaktadır. 16 ayrı liseden 7340 öğrenci arasında yapılan bir çalışmada öğrencilerin % 5’inde vandalist davranışların gözlendiği bildirilmektedir.

Vandalizme kentsel toplumlarda değişik şekillerde karşılaşılmaktadır. ABD’de yapılan bir araştırmada, vandalların ve hırsızların özellikle yaşlı nüfusa karşı saldırılarında son yıllarda artış olduğu görülmüştür.

San Francisco’da demiryollarının son yıllarda vandalist saldırılarda artış olduğu bildirilmiştir. Vandalizmde organik sebepler de araştırılmıştır. Nörolojik bir rahatsızlık olan Tourette Sendromu’nda vandalist davranışlara rastlanabileceği, organik beyin hastalığı olan 75 yaşında bir erkeğin telefon sistemine vandalist davranışların olduğu belirtilmiştir.

Vandalizm özellikle kent toplumunu yakından ilgilendiren genç nüfusta sıklıkla karşılaşılan toplumsal ve güncel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Suç oranının bu gruplarda yoğunlaşma nedeni, adölesan dönemde meydana gelen hızlı emosyonel ve fizyolojik değişikliklere bağlanabilir.

Batı ülkelerinde yapılan çalışmalarda, vandalizmin uygun eğitim ve psikiyatrik tedavi ile düzeltilebilir bir davranış olduğu belirtilmektedir. Bu kişilerin tedavisinin yanında, ailesiyle birlikte davranış eğitim programlarının düzenlenmesi gerekmektedir.

Sosyal katmanlar arasında derin farklılıkların olduğu, sağlıksız kentleşme sürecinin yaşandığı ülkemizde bu konunun ileride daha büyük sorunlara sebep olmadan, sözcük olarak bile çok iyi bilinmeyen vandalizmin varlığının kabul edilmesi ve ayrıca eğitim, pedagoji, psikiyatri, adli tıp gibi disiplinleri ilgilendiren bu konunun kapsamlı olarak araştırılması, çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi gerekmektedir.

MEDYA- ŞİDDET ETKİLEŞİMİ

Medyada gerek filmlerde, gerek haber programlarında gerekse reality showlarda işlenen şiddet; tıpkı bir salgın hastalık gibi toplum içinde yayılmaktadır. Bu programlar özellikle psikolojik açıdan şiddete meyilli kişileri etkilemekte; bu kişiler programdaki şiddeti kendilerine örnek almaktadırlar.

İntihara yatkın olan bir insan, intiharla ilgili bir haber izlediğinde bu duyguları aktive olmakta, körüklenmekte ve izlediği türden bir intihar gerçekleştirmektedir. Yani bu program o kişinin intiharında "tetik faktör" olarak rol oynamaktadır.

Yine içindeki şiddet ve saldırganlık duygusunu kısmen bastırabilen bir kişi, şiddet dolu sahneleri izledikten sonra bu saldırganlığını kontrol edememekte, değişik derecelerde başkalarına kanalize etmektedir.

Unutulmaması gereken önemli noktalar şiddetin şiddeti doğurduğu ve şiddetin salgın bir hastalık olduğudur.

Medyada ayrıntılı şekilde gösterilen bir intihar olayından sonra, arka arkaya, aynı tip intiharlarıa bağlı ölümler artmaktadır.

Medyadaki şiddet en en çok çocuklar ve gençler etkilenmektedir.Ancak çocuk medyada şiddet programlarını izlediğinde "taklit etme ve model alma" yeteneğini kullanarak bunları öğrenmekte, kapmaktadır. İşin kötüsü, bu davranış biçimlerini doğru ve normal kabul ederek almaktadır. Buda çocuğun saldırgan , uyumsuz bir davranış biçimine girmesine yol açmakta ve daha ileride çocuk ve genç suçluluğuna yol açmaktadır

İNTİHARLAR

İntihar, kişinin kendine yönelik olan en büyük şiddet davranışı­dır. İntihar, kişinin kendi yaşamına son vermesi şeklinde tanımlanabi­lir. Bu konuda önemli çalışmalar yapmış olan Emile Durkheim'e göre; ölen kişi tarafından Ölümle sonuçlanacağı bilerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir eylemin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir.

İntiharlar kişinin kendisine yönelik şiddeti olarak tanımlanabilir. Hem toplumun yaşlı hem de genç kesiminde görülmesi nedeniyle diğer pek çok şiddet türünün aksine yaş grupları ile sınırlı değildir.

İntihar oranları ergenlik çağındakiler ve genç yetişkinler arasın­da son 30-40 yılda hızla yükselme göstermektedir. Amerika'da yapı­lan bir çalışmada 1950 yılında 15-24 yaş arası intihar oranı 1000 OOO'de 4.5 iken; 1980'de bu oran 100 OOO'de 12.5'e ulaştığı gözlenmektedir. Bu sonuç 15-24 yaş arası tüm ölüm olguları arasında intiharların 3. sırada yer almasına neden olmaktadır. İntihar edenlerin çoğunu 40 yaşın altındaki kişilerdir. Bu grupta en yüksek risk 30-40 yaş arasındadır.

Erkekler, kadınlardan 3 ile 5 kez daha çok intihar etmektedirler. Sosyal destek ve geleneksel yaşam tarzının kişileri intihardan koru­yan etkisi olduğu, yapılan çalışmalar sonucu görülmektedir.

İntiharlar sonucu kişi ölmüş ise bu gruba giren olgular tamam­lanmış intiharlar, ölümle sonuçlanmadan, durdurulan olgular ise inti­hara kalkışma veya intihar girişimi olarak isimlendirilmektedir.

İntihar olgularını 3 ana grupta değerlendirmek mümkündür.

1. Bu grupta intihar eylemini bir takıntı haline getirmiş kişi, belliolayları gerekçe göstererek kendine zarar vermeye çalışır. Ancak bu tip olaylarda kişinin intihar eylemi genellikle başarısız kalır.

2. Bu grubu ise intihar fikrini çok uzun bir zamandan beri dü­şünmekte olan kişiler oluşturur. Bu tip kişiler intihan çok uzun bir za­man süreci içerisinde oluştururlar.

3. Bu gruptakiler ise obsesyon olarak intihara inanan kişilerdenoluşur. Genellikle düşünen ama eyleme geçemeyen kişiler bu gruptadır.

İntihara kalkışanlarda şu ortak özellikler saptanmıştır.

1. Kişi kendinden nefret etmektedir.

2. Kişi çelişkiler içerisindedir. Kafasında ölümü planlarken aynı anda kurtarılmayı da ummaktadır.

3. Ölüm fikri genellikle belli zaman diliminde çok yoğunlaşmakta sonra azalmaktadır.

4. İntihara kalkışanlarda umutsuzluk tek duygudur. Kişi artık başka çıkış yolu olmadığını düşünür.

Ateşli silahların kolay elde edilebilir olması, intihar girişimlerinin pek çoğunun ölümle sonuçlanmasına neden olmaktadır. İlaç, gaz ve diğer metotların kullanıldığı intihar girişimlerinin ateşli silahlara göre ölümle sonuçlanma olasılıkları daha düşüktür. Ateşli silahlarda, intiha­ra karar verdikten sonra uygulama için çok kısa bir süre yeterli ol­makta, bu da başkalarının müdahale şansını azaltmakta ve kişinin vazgeçme olasılığını çok aza indirmektedir.

İntihar için risk faktörlerinden biri de varolan fiziksel hastalıklardır. Ancak bu hastalıklar yetişkinler ve yaşlılarda önemlidir, çocuklar ve er­genlik çağındaki gençler için anlamlı bir risk faktörü oluşturmaz. İntihar için önemli risk faktörlerinden birisinin de çocuk istismarı olduğu belir­lenmiştir. 1983 yılında Avustralya'da yapılan bir araştırmaya göre intiha­ra teşebbüs eden çocuklardan % 60'ının istismara uğramış oldukları, yalnızca % 4'ünün ise psikiyatri hastası olduğu belirlenmiştir.

İNTİHARLARIN ADLİ TIP AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ölüm olayları tam olarak incelenmeden, tüm araştırmalar ya­pılmadan öncelikle "Açıklanamayan ölümler" olarak değerlendirilmeli ve özellikle orijini hakkında bir öngörüde bulunulmamalıdır. Ölüm mu­ayenesi ve keşif çalışmaları bütün detaylarıyla tamamlandıktan sonra bile görülmüştür ki bazı intihar görünümü veren olguların orijini kaza veya cinayet olabilmektedir.

Ölüm olgusunu araştıran bilirkişi elindeki delilleri değerlendir­mek ve geçmişe dönük araştırma yapmak zorundadır. Olayı aydınla­tabilmek için yararlanacağı kaynaklar hep ikincil kaynaklar olup, bun­ların bilirkişiyi yanıltabilme, yanlış yönlendirme olasılığı hep vardır.

Yapılması gereken başlıca araştırmalar şunlardır:

1. Ölen kişide ölüm sebebinin, öldürücü yaranın vücuttaki yerinin ve varsa hastalığının saptanması gerekmektedir.

2. Keşif çalışmalarında intihar notu, mektup ya da teyp bandı ara­nır. Ayrıca bulunduğu yere giriş çıkışların kontrolü yapılmalı, kilitli olup olmadığı incelenmelidir.

3. Olayı gören veya telefon ve benzeri şekillerde duyan tanıkların varlığı da olayı aydınlatmak açısından önemlidir.

4. Doktor ve hastane kayıtları da önemlidir. Özellikle psikiyatrik te­davi gören olguların sayısı çok yüksektir.

Şu bulguların elde edilmesi, intihar olasılığının daha yüksek ol­duğunu gösterir:

· İntihar eden kişinin bıraktığı not,

· İntiharı gören kişi ya da kişiyle telefon konuşması yapmış bir şahidin varlığı,

· Ateşli silah bulgularının tespiti: Bitişik atış ya da barut kakma­larının vücutta ve yapılan muayenede el yüzeyinde, kullanıldı­ğını ispatlayan bulguların varlığı,

· Yara karakteri (özellikle silah hala elde tutuluyorsa),

· Yaranın yeri: Kesici ve batıcı aletlerle meydana getirilmiş ya­ralarda tereddüt çizgilerinin bulunması ya da bitişik atış yapılmış ateşli silah yarası intiharı ilk planda düşündürür. Kişinin kendisini yaralayabileceği pozisyona uygun yaraların bulun­muş olması, mutlaka o kişinin intihar etmiş olduğunu göstermez. Cinayetlerde de bitişik atış olabileceği ve tereddüt çizgi­lerini başkasının meydana getirmiş olduğu bir yaranın bölüm­leri olabileceği unutulmamalıdır. Ancak kişinin boğazını kese­rek meydana gelen intihar olguları, derin ve yüzeysel kesileri ile tipik bir görünümde bulunmaktadır. Bu tip olgular, boğazlama olarak nitelendirilmektedir. Kişinin kendine yönelik şiddeti­nin en üst noktada bulunduğu bir intihar tipi olması açısından ilginçtir.

İlaç kullanılarak meydana gelen intihar olgularının alınma bi­çimlerinin araştırılması gerekir. Damar içi (IV) ya da kasa (İM) enjek­siyon şekillerinde olabilir. Alınan miktarında önemi vardır. Bir seferde yüksek miktarda ya da çok sık kullanılarak, az miktarlarda alınabilir. Vücut içinde ilacın, maddenin dağılımı bize olayın orijini hakkında bilgi verebilir. Örneğin midede emilmeden kalmış ilaç çok miktarda madd­enin ağızdan alındığını gösterir. Bu da intihar lehine bir bulgudur, enjeksiyon ile alındığını gösterir izler kolda mevcutsa ve sindirim sisteminde çok az miktarda ilaç bulunursa, bu da paranteral denilen enjeksiyonla alındığını gösterir. Eğer injeksiyon takımı kişinin yanında bulunursa bu da olayın yüksek olasılıkla intihar olduğunu gösterir, Bu tip olaylarda uyuşturucu kullanımında yüksek doz alınımına kaza orijinli olayların olabileceği de unutulmamalıdır.

İlaca bağlı ölümlerde alınan maddenin vücuttaki dağılımı, ağız ya da damardan alınımını bize gösterir. Ama çok yüksek miktar ilaç alındığında, hepsi sindirilmeden ölüm meydana gelmektedir. Yapılacak tetkiklerle çok yüksek miktarlarda ilaç alındığı teshiş edilebilir. Ayrıca ağızdan ilaç alındığı olgularda karaciğerde, kana göre çok daha yüksek miktarlarda ilaç seviyesi tespit edilmektedir.

Adli Toksıkolojik incelemelerde tam donanımlı laboratuarlarda yüksek doz alımlarda ilaç metabolizmasına bağlı yıkılma süreç ve ürünlerini tespit edebilmek mümkündür, ilacın alım süresi ve dozları da laboratuar çalışmaları ile saptanabilir.

İntihar yöntemlerine göz attığımızda yurt dışında adolesan dö­nemindeki gençlerin yüksek doz ilaç almayı tercih ettikleri görülmek­tedir. İkinci yaygın metot ise bileklerini kesmedir. Ama ölümle sonuç­lanan olgulara baktığımızda ateşli silah kullanımının ilk sırada geldiği görülmektedir.

Türkiye'de yapılan bir çalışmada ise şu yöntemlerin daha sık kullanıldığı görülmektedir:

· Ası

· Fazla miktarda ilaç kullanma,

· Kesici alet kullanarak,

· Suda boğulma,

· Kendini yüksek bir yerden atmak,

· Ateşli silah kullanmak,

Çocukların ise bu yöntemlerden farklı olarak yola atlayarak, kendini araba önüne atmak gibi farklı yöntemlere başvurdukları gö­rülmektedir. Yüksekten atlama da sık görülen bir yöntemdir. Ama ö-zellikle son yıllarda tabanca ve diğer ateşli silahların satış ve bulun­durma koşulları kolaylaştırıldığından, ateşli silah ile intiharlarda dikkati çeken bir artış bulunmaktadır.

İntihar yöntemleri yaş gruplarına, toplumsal ve kültürel koşullara göre görülme sıklığında farklılıklar olmasına karşın, temelde kişinin en çabuk ulaşabileceği yöntemi seçtiği görülmektedir.

İntiharı bireysel bazda ele aldığımızda, temel etkenin sosyal izolasyon olduğu dikkati çekmektedir. Bu yüzden sosyal yalnızlığın önlenmesi ve yardım servislerinin kurulmasının önemli desteği olaca­ğı görülmektedir.

Bir yakının intiharı sonrasında aile tarafından gösterilen ortak tepkiler şunlardır:

· Kişinin öldüğünü ya da ölümün intihar sonucu olduğunu inkar,

· Ölene, ölenin arkadaşlarına, tıbbi kurumlara, ölüm şekline karar veren yetkiliye karşı öfke,

· Toplumun intihara olumsuz bakmasından doğan utanç,

· “ İntiharı engellemek için ne yapmalıydım ya da ne yaptım da in­tihar etmesine yardımcı oldum” şeklinde kendini suçlamalar,

· İntihar sonucu ölümün ani ve beklenmedik olması nedeniyle acıda artma olmasına karşın ailenin, toplumun olumsuz yaklaşımlarından kaçınmak için, geleneksel yas törenleri uygulamaktan çekinmesi,

· Zaman zaman toplumun aileyi suçlaması,

· Ailenin kaza ve hastalık ölümlerinde gördüğü destekten yok­sun kalmasıdır.

Tüm bu etkenler ailenin acısını arttırıp acının üstesinden gelmesini güçleştirir.

İntiharların önlenmesi için şu önlemlerin alınması yararlı olacaktır:

ü Yüksek risk grubundakilerin teşhis ve tedavilerinin yapılması,

ü Sağlık görevlilerinin depresyonlu hastaların teşhis ve tedavileri konusunda bilinçlendirilmeleri,

ü Halkın intihara neden olacak problemleri anlama ve çözme konusunda eğitilmesi,

ü Bu konuda yardıma gereksinim duyan kimselerin başvurabile­ ceği merkezler ve telefon hatları açılması, bunların varlığının halka duyurulması,

ü Ateşli silahların serbest alım, satım ve kullanımının kısıtlanması,

İNTİHARIN HUKUKSAL AÇIDAN İNCELENMESİ

Genelde diğer ülke kanunlarına bakıldığında da intihar için her­hangi bir cezanın olmadığı görülmektedir. Türk Ceza Kanunu’ na göre de intihar eyleminin kendisi cezalandırılabilir bir davranış niteliği taşımamaktadır.

Kanunlar incelendiğinde intihara yönelik başlıca kanun madde­sinin Türk Ceza Kanununun 84. maddesi olduğu görülmektedir.

TCK’ nun 84 maddesi:

1. Başkasını intihara azmettiren, teşvik eden, başkasının intihar kararını kuvvetlendiren ya da başkasının intiharına herhangi bir şekilde yardım eden kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

2. İntiharın gerçekleşmesi durumunda, kişi dört yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

3. Başkalarını intihara alenen teşvik eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu fiilin basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, kişi dört yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

4. İşlediği fiilin anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan veya ortadan kaldırılan kişileri intihara sevk edenlerle, cebir veya tehdit kullanmak suretiyle kişileri intihara mecbur edenler, kasten öldürme suçundan sorumlu tutulurlar.

Bu yasa açısından yaklaşıldığında, bir başkasını intihara azmettirme, teşvik etme, başkasının intihar kararını kuvvetlendirme, başkasının intiharına herhangi bir şekilde yardım etme veya tehdit kullanmak suretiyle kişileri intihara mecbur etme eylemlerinin suç olarak tanımlandığı görülür.

Suçun maddi unsurlarından biri olarak nitelendirilen azmettirmenin ne şekilde yapıldığı çok önem taşımamaktadır. Telkin, kötü haber veren uydurma mektuplar yollamak gıbi kişi üzerinde olumsuz izlenim bırakacak her türlü hareket bu gu­rupta değerlendirilmektedir.

İkinci maddi unsur olan yardım, intiharı fiilen ve etkin bir şekilde kolaylaştırmayı kapsamaktadır. Yardım kanuna göre ancak maddi olabilir. Yardım intihardan önce veya intihar sırasında olabilir.

Suçun manevi unsuruna göz attığımızda kastın ispatının gerek­tiği görülmektedir. Başkasını intihara azmettirmek ve intihar edeceğini bildiği kimsenin hareketine yardım etmek fiillerinde kast açıkça bu­lunmaktadır.

Yasanın 4. maddesinde, algılama ve yönlendirme yetileri gelişmemiş veya ortadan kaldırılmış kişilerin intihara sevklerinin ve dolaylı etki ile kötü muamele sonucu intihar olaylarında, buna neden olan kişinin “kasten öldürme” suçundan sorumlu olacağı görüşüne yer verilmiştir.

Yasalarımızda, başkasının intiharını engellemek suç olarak kabul edilmemektedir.

Karşılıklı intihar olguları da çözümü güç bir problem oluştur­maktadır. Örneğin, “birlikte intihara karar verenlerden birisi zehiri temin eder, ikisi de içer, birisi ölür, zehiri bulan kişi kurtulursa”; diğeri içinde bulunduğu psikopatolojik durum değerlendirildikten sonra, bu yasa hükümleri gereğince yargılanması gerekecektir.

Karşılıklı intiharlarda “sevdiği kadını onun rızası ile öldürdükten sonra, kendisini öldürmeye teşebbüs etmiş olan kimsenin kurtarılmış olduğu durumlarda” sağ kalan intihara yardımdan değil adam öldürmekten yargılanır.

SUÇ KAVRAMI

Toplumun devamı ve bütünleşmesi insanların sosyal normlara uygun hareket etmelerine bağlıdır. Ancak sosyal normların başta gelen özelliklerinden birisi bu normlardan sapılabilmesidir.

Suç ve ceza , suçlunun yeniden topluma kazandırılması, suçun engellenmesi gibi konuları inceleyen bilim dalı Kriminoloji olarak adlandırılır.

Kriminoloji kelimesi ilk kez Fransız Anropolog Topinard tarafından 1879 da yayınlanan temel çalışmasında kullanılmış ancak o dönemin yazarları suçlu davranışın nedenlerini kaynağını anlama çabaları yerine, ceza yasasının şekillendirilmesi ile daha fazla ilgilenmişlerdir.

Kriminoloji suçu sosyal bir fenomen olarak ele alır. Konu ile ilgili ilk teoriler genelde suçu tek nedenle (örneğin atipik vücut yapısı , genetik anormallikler , akıl hastalığı , fiziksel anormallikler ve yoksulluk gibi) açıklamaya çalışırken , daha sonra geliştirlen teoriler suçu çok nedenli (yoksulluk, arkadaş grubu etkisi , okul problemleri ve ailedeki bozukluklar gibi) bir sosyal olgu olarak tanımlamışlardır.

Suça bilimsel yaklaşım ilk defa 18 yy ikinci yarısında "faydacı ekol" diye de adlandırılan klasik ekolle olmuştur. Bu ekolün lideri İtalyan Beccaria'dır. Ekolün temel varsayımına göre insan zevk veren faaliyetleri seçer , acı verenlerden kaçınır. Bu nedenle cezalar yasaklanmış faaliyette bulunana acı verecek biçimde ayarlanmalıdır. Klasik ekolün bir diğer temsilcisi İngiliz Jeremy Bentham dır. 19.yy da klasik ekolle aynı temel felsefeyi paylaşan Neo-klasik ekol hakim olmuştur. Sosyoloji kurulma çabasında iken E. Ferri, C.Lombrosso ve L.Garofalo pozitif bir ekol kurmuşlar, 1876 lardan itibaren de pozitif bir bilim olarak suç bilimini tanımlamışlardır.

Suç sosyolojisinin kurucularından olan Lombrosso doğuştan suçlu teorisini ortaya atmıştır. Suçluların ilk kez sınıflamasını yapmıştır. Lombrossonun takipçileri suçun kalıtımla geçtiği tezini kanıtlamaya çalışmışlardır.

Ferri ye göre bir toplumda aynı koşullar devam ettikçe işlenen suçlarda aynıdır. Eğer toplumsal koşulları olduğu gibi koruyabilseydik , suç oranı da aynı kalırdı. Ferri'ye göre toplumsal olaylar suçu belirler.

Querry ve Quetelet , sosyal verilerin analizindeki düzenlilik ve kalıplarla ilgilenmişlerdir. Bunların temsilcisi olduğu kartografik ekol coğrafi fenomenler ile suçlu davranış arasındaki ilişki üzeine yoğunlaşmışlardır. Hooton fiziksel özellikler ve antisosyal davranışları incelemiştir.

Yapısal ve fiziksel tip teorilerine göre davranış, vücut tipi ile belirlenmektedir. Bu teorilerin anavarsayımı XYY kromozom anormalliğidir. Sheldon ve Eleanor Glueck , ektomorfik , mezomorfik ve endomorfik vücut kategorilerine 4. bir kategori olan "dengeli tip"i eklemişlerdir. 1926'da Antropolog Bronislaw Malinowski suçun incelenmesinde saha araştırmaları yapmıştır.

Durkheim suçun normal ve fonksiyonel olduğunu kabul eder. Ona göre suç mevcut normların bir sonucudur. Yanlış kavramı doğruya anlam kazandırmak için gereklidir ve bu kavramın içinde kalıtımsaldır. Durkheim ve takipçileri suçun toplumlar için fonksiyonel olduğunu belirtmişlerdir. Suça tepki, insanları bir araya getirecek etkileşimi ve sosyal bağları güçlendirecektir. Buda suçun azalmasına neden olacaktır.

Merton tarafından Anomi (Düzensizlik) teorisi geliştirilmiştir.

Thrasher'in Çete "gang" isimli çalışması ile alt kültür teorileri genelde çocuk ve genç suçluluğunun ait olunan alt kültür ve bu kültürün statü gerekleri tarafından etkilendiği görüşünde yoğunlaşmaktadır.

Cohen in suçlu çocuklar (delinquent boys) çalışması suçun açıklanması için alt kültür teorilerinin gelişiminde ve suçluluğa yeni bir bakış getirmede başarılı olmuştur.

Suçun bilimsel olarak incelenmesi, kuralların kaynaklarını, bu kurallar ile sosyal yapı arasındaki ilişkileri, bu kuralların ihlal edilmesinin nedenleri ve sonuçları ile suçlu davranışın önlenmesi ve kontrolünü kapsar.

Diğer yandan, suçun bilimsel olarak incelenmesi sonucu elde edilen bilgiler tekrar ceza yasasına etki ederek yasaların yeniden yorumlanması ve suçun doğasının yeni fikirler ve görüşler açısından incelenmesine yardımcı olur Hızlı değişme süreci yaşayan toplumumuzda, suç probleminin bilimsel açıdan incelenmesi ve suça neden olan faktörlerin belirlenmesi, en azından ilgili kurumlar tarafından gerekli önlemlerin alınmasını kolaylaştırarak suçun batı toplumlarındaki boyutlara ulaşmasını büyük ölçüde engelleyebilir

ÇOCUK VE ERGEN SUÇLULUĞU

Suç, tarihin ilk çağlarından itibaren yüzyıllar boyunca toplumların korku ile karışık ilgilerini yönelttikleri, nedenleri üzerinde durdukları ve karşı önlemler aldıkları toplumsal bir sorun olmuştur. Suç evrensel bir olaydır. Tarihin en eski devirlerinde beri vardır ve var olmaya devam edecektir. Durkheim suçu "toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır" diye tanımlar

Çocuk suçluluğu Türkiye dahil bütün ülkeleri yakından ilgilendiren , suç işleyen çocukların kendilerine , ailelerine, suçu işledikleri hasım taraflara , suçun işlendiği yöreye ve topluma zarar veren çok önemli sosyal bir sorundur.

Her ne kadar, Ceza Hukukunda "yasanın cezalandırdığı hareket suçtur" diye tanımlansa da , bu kavram çocuk ve genç suçluluğunda bu kadar basit değildir. Çünkü çocuklar tarafından işlenen suçlar gerek tür, gerekse nedensellik açısından yetişkinlerinkinden farklıdır.

Küçük yaşlarda hemen tüm çocuklar küçük suçlar işlerler. Ancak bu, onların ileride de suç işleyecekleri anlamına gelmez.

Zihinsel, fiziksel ve ruhsal yönden tam bir olgunluğa erişmemiş, toplumsal rol ve görevlerini öğrenmekte olan, doğal dürtüleriyle çelişen kurallara neden uyulacağını yeterince anlamayan ve henüz asosyal olan çocuk, gelişim süreci içinde toplumsallaşır ve çevreye uyum sağlar.

Her ne kadar ergenlik, psikiyatrik bozukluklar (hiperaktivite gibi) , bazı kalıtsal etkenler ve beden kusurlarının çocuk suçluluğunda etkili olabileceği teorileri destek görüyorsa da, günümüzde daha çok çevre faktörlerinin etkili olduğu kabul edilmektedir.

ÇOCUK VE ERGENİ SUÇA İTEN NEDENLER

· Sevgi yoksunluğu ,

· Yanlış veya eksik eğitim,

· Baskıcı disiplin yöntemleri ,

· Çocuk istismarı,

· İç ve dış göçlerin oluşturduğu kültür çatışmaları ,

· Gecekondulaşma,

· Yöresel gelenek ve görenekler,

· Ekonomik bunalımlar,

· Çocuğun çalışmak zorunda kalması,

· Parçalanmış aileler,

· Ailede suçlu birey örnekleri

· Kitle iletişim araçlarındaki şiddet ve suçlarla ilgili programlardır.

ÇOCUK VE ERGEN SUÇLULUĞUNU ETKİLEYEN SOSYAL FAKTÖRLER

YAŞ :

Çocukluktaki suçluluğu yetişkin dönemi suçluluğundan ayıran en önemli özellik; hızlı bedensel ve psikolojik gelişmelerin görüldüğü , aynı zamanda impuls kontrolünün yetersiz olduğu , problemli evre olarak da adlandırılan ergenlik dönemine rastlamasıdır.

CİNSİYET:

Cinsiyet ile suç ilişkisi ele alındığında bütün toplumlarda kadınların suç işleme oranlarının erkeklerden düşük olduğu görülmektedir. Batıda erkek çocuklarında suçluluk oranları kızlara göre fazladır. Ülkemizde de suç işlemiş erkek çocukları kızlara göre bir hayli yüksek orandadır. Hemen hemen suç işleyen çocukların % 95 inden fazlası erkektir. Toplumumuzun sosyal yapısı nedeniyle erkek çocuklar evleri dışında daha serbest olabilmekte, üzelerindeki aile denetimi daha az olmakta, çeşitli arkadaş gruplarına katılıp antisosyal faaliyetler ve suç işleyebilmek için daha kolay zemin bulabilmektedirler. Ancak sanayileşen toplumda kadın suçluluğunun da artmakta olduğu belirtilmektedir.

SUÇ TÜRLERI:

Çocuk suçluluğu içinde ilk sırayı hırsızlık almaktadır. Bunu yaralama suçları izlemektedir. Büyük şehirlerde hırsızlık suçu oranları çok yüksektir. Küçük şehirlerde de hırsızlık ilk sırayı almasına rağmen oranı düşmekte, yaralama suçu oranı artmaktadır.

Gizli suçluluk kavramı da kriminologları meşgul eden bir sorundur. polisçe yakalanan suçlular gerçek suçluları yansıtmamaktadır. İngilterede işlenen tüm suçlardan yalnızca % 15 inin , bazısı ise % 25 inin resmi kayıtlara geçtiğini savunmaktadır. Kimi zaman suçlu kişi şans eseri kurtulabilmektedir. Her tutuklu da suçlu değildir.

Ülkemizde, Büyük şehirlerde çocuklar arasında %70 leri bulan hırsızlık suçunun hepsi adli makamlara yansımamaktadır. Gerçekte hırsızlık oranlarının çocuk suçluluğunda % 90 lara vardığı tahmin edilmektedir.

Adli makamlara yansıyan ve büyük şehirlerde diğer çocuklar arasında % 65-70 i bulan hırsızlık oranının; okuma yazma bilmeyen çocuklar arasında % 80 nin üstünde olduğu görülmüştür. Evsiz (bimekan) olan çocuklarda bu oran % 90 lara varmaktadır.

Hüküm giymiş ve cezası tecil edilmemiş çocuklar arasında, ıslahevlerinde yapılan çalışmalarda hırsızlığın alt sıralara düştüğü görülmektedir. Cezası, yaralama, cinayet, cinsel saldırı suçlarına göre az olan hırsızlık suçlarında genellikle çalınan materyalin değerinin az olması (TCK, madde-145) ve yaş küçüklüğü nedeniyle de çifte indirim söz konusu olmakta ve cezalar tecil edilmektedir. Hırsızlık gibi mala yönelik suçlarda mahkumiyet kararı genellikle suçun tekrarlandığı durumlarda verilmektedir.

Çeşitli çalışmalarda dikkati çekilen bir nokta; mala yönelik suçlarda özellikle de hırsızlıkta yüksek tekrar oranları belirlenmesi; mala karşı suç işleyenlerde pişmanlık duygusundan yoksunluk, aldırmazlık ve antisosyal davranışlar görülmesi, buna karşın kişiye yönelik veya cinsel suç işleyenlerde daha çok suçluluk duygusuna rastlanmasıdır.

Ülkemizde adam öldürme, yaralama ve ölürmeye teşebbüs gibi cana yönelik suçların nedenlerinin daha çok kan davası, arazi ve hayvan anlaşmazlığı, namus temizleme gibi sosyal içerikli sorunlar nedeniyle gerçekleştiği belirtilmektedir. Özellikle bazı yörelerde yaş küçüklüğü nedeniyle ceza sorumluluğunun azalması nedeniyle cinayetlerin bir kısmı çocuklara işletilmektedir.

Cinsel konulara konulan sosyal yasaklamalar, karşı cinse tabu gözüyle bakılmasının yanı sıra cinsel tutumlardaki çelişkili standartlar, ergeni homoseksüaliteye, hayvanlarla cinsel ilişkilere yada saldırganca heteroseksüel ilişkilere yöneltebilmektedir.

Heteroseksüel tipte suçların bir kısmında ise evlenme amacı bulunmakta, bu durumda suç davranışı aslında sosyal baskı, geleneksel kurallar ve ekonomik zorlamaların (başlık parası gibi) oluşturduğu bir durum olmaktadır.

Ergenlik çağının başlangıcı olan puberte, artan hormonal faaliyet ile birlikte hem bedensel hemde cinsel gelişimin hızla ortaya çıkışının bir belirtisidir. Bu yıllarda artan içgüdüsel istekleri dizginleme, uygun bir biçimde kanalize edebilmeyi sağlayacak ruhsal olgunluk henüz gelişmemiştir. Dolayısıyla cinsel suçların, puberteyi izleyen 2 yıl içinde daha sık görülmesi kültürümüze özgü sosyal değer yargılarıyla birlikte, ergenlik dönemi psikososyal değişiklikleri ile ilişkili olabilir.

Cinsel suçların oranlarında şehirler arasında fark bulunamamıştır. Küçük yerleşim birimlerinde seksüel suçların önemli bir kısmı adli makamlara yansımamaktadır. Yöresel gelenek ve görenekler çerçevesinde bu tip suçlar ya evlilik gibi aileler arası anlaşmalarla, ya da mağdur tarafın bu tip suçları kendilerinin cezalandırmaya kalkması ile sonuçlanabilmektedir.

Çocuklarda keyif verici madde kullanma olaylarına rastlanmakta ve bunlar basına yansımaktadır. Özellikle sokaktaki kimsesiz çocukların alışkanlık yapan çeşitli ilaçlar kullandıkları belirlenmiştir.

SOSYOEKONOMİK DÜZEY:

Çocuk ve ergen suçluluğu ile ilgili yapılan çalışmalarda genelde aile gelirinin düşük olduğu görülmüş, suç ile yoksulluk arasında önemli bir ilişki saptanmıştır. Düşük ekonomik düzey suça yönelten tek neden olmasa da, suça elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Özellikle çocuğun ihtiyaçlarının karşılanamaması ve yarı açlık durumu suçlara zemin hazırlamaktadır.

Ancak, ekonomik düzeyin yükselmesi ile suç işleme azalsa da, ortadan kalkmamakta ve suçun niteliği değişmektedir. İsveç ve İngiltere’ nin sosyo ekonomik düzeyi yüksek bölgelerinde olduğu gibi "meşin ceketliler" denilen asi gençlik çetelerine rastlanabilmektedir. Son yıllarda ülkemizde de büyük şehirlerimizde bu tür gençlik çetelerine rastlanılmakta ve bunlar basına yansımaktadır.

Tehlikenin en büyüğü ebeveynin sevgi, şevkat ve bakımından yoksun olmaktır. Hırsızlık yapan çocuk bu yolla maddi gereksinimlerini gidermekten çok ailenin ve okulun denetiminden uzak kalmanın verdiği bir başıboşlukla suça yönelmekte, sevgi ve sevecenlik eksikliğini gidermek için bu yola başvurmaktadır.

ÖĞRENİM:

Çocuğun ilk sosyal deneyimleri elde ettiği yerler, okullardır. Suç işlemiş çocuklar, ailenin eksikliğini giderecek, denetlemeyi ve toplumsallaşmalarını sağlayacak okul olanaklarından da yeterince yararlanamamışlardır.

Yapılan çalışmalar eğitim düzeyi düşük olan çocukların şiddet içeriği fazla olan suçları daha fazla oranda işlediklerini göstermiştir. Çocuğun eğitim düzeyinin düşük olmasının yanı sıra, suç işlediği esnada genellikle okulla ilişkisinin kesik olduğu dikkat çekmektedir.

ÇALIŞMA:

Yapılan bir çalışmad,a suç işledikleri iddiasıyla yargılanan çocukların % 64.2 sinin herhangi bir işte çalıştıkları belirlenmiştir. Çocukluklarını yaşayamayan bu çocuklar iş yerinde yeterli beslenme ve bakımdan yoksun olarak çalışmaktadırlar. Çalıştıkları ortamda kötü alışkanlıklar kazanabilmektedirler.

ARKADAŞ GRUBU:

Suç işlemede arkadaş çevresinin rolü de önemlidir Çevreyle iletişimin iyi kuramayan çocuklarla, otoriteye baş kaldırma eğilimi gösteren çocuklar belirli bir arkadaş grubuna katılmakta, bu grupta sosyal kabul görme ve bir statü sahibi olabilmek için grup dayanışmasına gereksinim duymaktadırlar.

Bu beraberlik zaman içinde ergenlik çağının özelliklerinin de etkisiyle bir suçluluk çetesine dönüşebilmektedir. Kolay etki altında kalabilen ve otoriteye baş kaldırma yolunda çetesinden güç bulan bu çocuklar kural dışı davranmakta, yasaklara karşı gelmekte ve toplum tarafından suç sayılabilecek hareketler yapabilmektedirler.

Suç işleyen çocukların, arkadaşları arasında suçlu , sosyopat ve alkol kullananların çoğunlukta olduğu belirlenmiştir. Ergenlik döneminin kendini arama ,kurulu düzene baş kaldırma, çelişkiler ve belirsizlikler içinde bulunma şeklinde özetlenebilecek bazı özellikleri, gençte onu destekleyecek, değerlerini paylaşacak ve bir ölçüde de özdeşleşebilecek bir arkadaş grubu özlem ve ihtiyacını doğurmaktadır. Katıldığı grupta suçlu gençlerin oluşu sonuçta onun suça yönelmesine yol açabilmektedir.

Geçmiş yıllarda ülkemizde örgütlü suçlara ve antisosyal faaliyetlere yönelik gençlik çetelerine düşük oranda rastlanıldığı belirtilmesine rağmen son yıllarda gruplar halinde suç işleme oranlarının arttığı belirlenmiştir.

Çocuk suçluluğu ile ilgili yapılan çalışmalarda özellikle mala yönelik suçlarda gruplar halinde suç işleme oranlarının % 50 lerin üstüne çıktığı görülülmüştür.

Okuryazar olmayan çocuklarda toplu halde suç işleme oranı % 60 lara dayanmaktadır. Okuryazar olmayan çocukların çevreyle uyum sağlamaları daha güç olduğundan sosyal dayanışmaya ve bu tip arkadaş gruplarına ihtiyaçları daha fazla olmakta ve toplu suç işleme eğilimleri diğerlerine göre artmaktadır. Yine küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere göç etmiş çocuklarda da sosyal dayanışma ihtiyacının fazla olması nedeniyle daha yüksek oranda gruplar halinde suç işleme oranı tespit edilmiştir.

Büyük şehirlerde son yıllarda çocuklardan oluşmuş gasp çetelerine rastlanmakta ve bunlar basına yansımaktadır.

Ergenin ailesine olan bağlılığını redederek özgür olma çabası sırasında bir akran grubuna katılarak ona zorunlu hissettiği bir uyum gösterebileceği belirtilmiş ve buradan yola çıkarak bu gençlerin çete grupları içinde suç işleme yönünden sosyalleşebilecekleri öne sürülmüştür (Bandura ve Walters)

İKLİM:

Çalışmalarda çocuk suçluluğunun mevsimler ve iklim faktörleriyle çocuk suçluluğu arasında en azından şehirlerde bir bağıntı kurulamamıştır.

KENTLEŞME:

Tönnies , Durkheim, Burkley ,Tarde gibi bilim insanları şehirleşmenin suçu arttıdığı kanatine varmışlardır. Şehirleşme ile sosyal kontrol mekanizması işlevini yitirmektedir. Şehirde kimse birbirini tanımadığı için suça elverişli ortam oluşmaktadır. Şehirleşmenin suç oranlarını arttırdığını söyleyen Durkheim den sonra Sutherland ve Cressey ,Borners ve Teeters , Shaw ve McKay şehirlerde suçluluğun genel özelliklerini incelemiştir.

Ülkemizde de kentleşmenin hızlanmasıyla geleneksel kız kaçırma, kan gütme gibi suçlar azalmakta; hırsızlık gibi mala yönelik suçlar artmaktadır.

Genellikle suçun köy ve küçük şehirlere göre büyük şehirlerde daha fazla işlenmekte olduğu saptanmıştır.

Şehirleşmeyle özellikle cebir şiddet suçları azalırken mala yönelik suçlar artmaktadır. Büyük şehirlerde kazanç sağlayan mala yönelik suçlar için olanaklar ve suçların gizli kalması olasılığı daha fazladır. Ayrıca toplum baskısı iyice azalmıştır. Bu yüzden kent yaşamında suçluluk oranları daha fazla olmakta, küçük yerleşim birimlerinde ise polisin daha az etkili olmasına rağmen daha az miktarda suç oranına rastlanmaktadır.

Yapılan çalışmalarda suçluların daha çok şehirde yaşayıp şehirde suç işledikleri görülmüştür. Kırsal kesimde daha çok ilk kez suç işleyenlere rastlanıldığı halde , büyük şehirlerde suç tekrarı oranları fazla olmakta ve daha çok mala yönelik suçlarda görülmektedir.

İÇ GÖÇLER VE GECEKONDULAŞMA:

Organizmayla çevre arasındaki ilişkileri inceleyen "Ekoloji" her ne kadar biyoloji bilimine ait bir kavramsa da , artık Kriminolojide de kullanılmaya başlamıştır. Kriminoloji "suçluluk bölgeleri" adı altında harita metodunu uygulayarak suçun yer itibarıyla dağılışını tesbit eder, suça yönelten faktörlerden biri olan suçlunun içinde bulunduğu ortamın analizini yapar.

Ekoloji teorileri belli fenomenlerin dağılımını ve çevreleriyle ilişkilerini inceler. Ekoloji ile uğraşanlar suçu, çevrenin değişimi ile birlikte ortaya çıkan sosyal değişmenin bir fonksiyonu olarak açıklamaya çalışır.

Şehrin ekolojik yapısı nüfus, teknoloji ve ekolojik düzenlemelerden oluşur. Kültürel özellikleri ve yaşam tarzları ise o şehrin toplumsal yapısını oluşturur. Sosyal ekoloji teorisyenleri; yoksulluk oranları , nüfus değişmeleri , yerleşim yerinin özellikleri , sosyal eşitsizlik ve göreli rahatsızlık gibi makro düzeyde değişkenlerle ilgilenmektedir.

Ekoloji ve suç ile ilgili olarak yapılan çalışmaların başlangıcı 1800' lü yıllara, özellikle 1840 yılında İngilterede yapılan çalışmalara dayanır. 1856 yılında Turner gençlik suçluluğunun çocuk çetelerinde hakim olan arkadaşlık duygusunun yarattığı birlik bilinci sonucu ortaya çıktığını, bunun Londra için özel problemler yarattığını söylemiştir. Endüstri devriminden sonra şehirlerin hızla büyümesi şehir çehresinde değişimler yaratmıştır. Ekoloji-suç ilişkisini inceleyen araştırmalara 1920-30lardaki Chicago çalışmaları , 19.yy da Guerry nin Fransada ,Quetelet in Belçikadaki çalışmaları örnek verilebilir. Guerry yaptığı çalışmalarda , şehirlerde suç bölgeleri olarak adlandırılan , yüksek oranda suç işlenen bölgelerde mala karşı suçların yoğun olduğunu göstermiş, Paris gibi endüstreleşmenin yoğun olduğu şehirlerde,limanlarda özellikle potansiyel suçluların artma eğiliminde olduğunu belirtmiştir.

Ekonomik , sosyal veya siyasal nedenlerle bireylerin yer değiştirmesine "göç" denir. Göçler geçici yada daimi olmaktadır. Aynı ülkenin bir bölgesinden diğer bölgesine yapılan göçlere "iç göç" denilmektedir

Endüstri gelişmesi yüksek düzeye ulaşmış ülkelerde nüfusun büyük oranı sık sık yer değiştirmektedir. Yer değiştirmeler aileler, özellikle küçük çocuklar ve yaşlı kimseler için çoklukla baskı nedeni olmakta, çoğu zaman yeni bir çevreye uymakta ve yeni dostlar edinmekte zorluk çekmektedirler.

İç göçler beraberinde bazı sosyal sorunlara neden olmaktadıır. Bu süreç içinde artan gecekondulaşma, kentsel hizmetlerin aksaması, işsizlik, göçedenlerin topluma uyumsuzluğu, şehir kültürüne yabancılık ve kültürler arası çatışma gibi sorunlar yaşanmaktadır .

1950'li yıllardan itibaren sonra hızlı nüfus artışı , tarımda makineleşme, toprak dağılımının düzensizliği ve şehirlerde iş imkanlarının artışı ülkemizde şehre göçü arttırmıştır. Şehre göçte daha konforlu hayat sağlama, şehirlerin eğlence merkezi olması gibi faktörlerde etkili olmasına karşın ana etken ekonomik sorunlardır.

Esasında toprağa ve doğum yerine bağlı muhafazakar köylünün yerinden göçüşü, bulunduğu yerdeki imkan sınırlılığı karşısında şehirlerin gittikçe daha cazip bir görünüş kazanması nedeniyledir. Şehirlerde iş imkanı göreli olarak daha fazladır. Şehre göçte daha konforlu hayat sağlama, şehirlerin eğlence merkezi olması gibi faktörlerde etkili olmasına karşın ana etken ekonomik sorunlardır. Son yıllarda ardarda gelen göçük, heyelan, deprem, sel gibi doğal afetler ve Güneydoğu sorunu da köyden kente göçü arttırmıştır.

Endüstrileşmenin şehirleşmeye oranla ağır temposu, şehirlere akan iş gücünü işletmelerin emmesini engellemektedir. Bu nedenle şehre göç edenler, belli bir ihtisasa dayanan endüstri alanından ziyade geçici, ihtisas istemeyen hizmetlerde istihdam olmakta, marjinal sektör denilen seyyar satıcılık, ayakkabı boyacılığı ve kapıcılık faaliyetleri gibi prodüktiv olmayan işlerle uğraşmaktadırlar. Bu durum ayrıca açık işsizliğe ve kırsal kesimden kentlere gelen genç becerikli atılgan unsurların yerinde kullanılamaması sonucu "sosyal erozyon" a neden olmaktadır.

Endüstrileşmeye dayalı sağlıklı şehirleşmede planlı bir şehir gelişimi olurken, kırsal alanda endüstrileşmenin gerekli büyümeyi gösteremediği ülkelerde ise ihtiyacı aşan bir yükseklikte ve dağınık, düzensiz kentleşme olmaktadır. Ülkemizin ekonomik ve sosyal yapısı bu göçü kaldıramadığı için Türkiye’nin şehirleşmesine "aşırı şehirleşme", "çarpık şehirleşme" gibi isimler verilmektedir.

Kırsal alandan kente gelenler eski davranış ve alışkanlıklarını, örf ve adetlerini de getirmektedirler. Şehrin kültürüyle birleşip yeni bir kültür oluşturmaktadırlar. Göç edenlerin bazıları şehirle bütünleşirken bazıları şehirde ayrı gruplar meydana getirmektedirler.

Gelenek ve göreneklerin uymayışı nedeniyle kent değerlerini yadırgayan ve zaman zaman şehirle çatışan kendine has bir gecekondu kültür çevresi oluşmuştur. Göç edenlerin şehirleşmesi yani şehre entegrasyonu için çok uzun zaman gerekmektedir. Bunun yerine sadece gelenlerin intibakı söz konusu olmuştur. Bütünleşme (entegrasyon) topluluktaki mevcut müesseselerin bir bütün teşkil edecek şekilde birbirini tamamlama durumudur. Şehre intibak ise , göç edenlerin şehirle bütünleşmeleri değil, şehirle sürekli ilişki kuracak kadar uzlaşma içinde olmalarıdır.

Sahte kentleşmenin getirdiği yetersiz imkanlar ve anomi (düzensizlik, karmaşa) suç işlemede etken olabilmektedir.

Şehirli bürokrat hayat tarzına ve düşünce yapısına aykırı göçmeni hor görmekte ve şehre gelmesinin engellenmesini istemektedirler. Göç edenler bürokratik teşkilatların yapısı karşısında yönetime yabancılaşmakta, devlet dairelerinde işlerini yürütememektedirler. Bürokratlarda yeterli ilgi vermemektedirler. Bu yüzden tanıdık memur bulmaya, rüşvet, torpil gibi yöntemlerle güçlükleri aşmaya çalışmaktadırlar.

Göç nedeniyle kültürel farklılıklar düşmanlık ve gerginlik meydana gelmektedir.

Kültür çatışması en çok genç kuşakları etkilemektedir. Kente ailesiyle birlikte ya da tek başına gelen çocuk yeni çevresinde farkına vardığı heyecanlı, serüvenli ,renkli bir hayatı düşleyecek ve elde etmeye çalışacaktır. Kentte kavuşacağını sandığı eğlence, macera, şöhret ve zenginliğin beklentisinin yanında yetersiz eğitim ve yetenek eksikliği gibi nedenlerle arzuladığı iş ve geleceği elde edemeyeceği düşüncesine kapılan çocukların, kentte değişen geleneksel aile törelerinin çocuğu koruyan yaptırım gücünün zayıflaması, ailenin sosyal kontrol fonksiyonunu yerine getirebilecek başka kurumların olmaması nedeniyle suça daha kolay yönlenebilecekleri olasılığı büyüktür.

Yapılan çalışmalarda sosyoekonomik düzeyin düşük, kırsal kesimden göçlerin ve gecekondulaşmanın yoğun olduğu şehir bölgelerinde suç oranlarının, şehrin diğer bölgelerine göre yüksek olduğu belirlenmiştir. Bu çocuklar kendi oturdukları semtlerin yanı sıra, şehrin sosyoekonomik yönden gelişmiş semtlerine ya da garaj çevresine gelerek burada da suç işlemektedirler.

Küçük yerleşim birimlerinde suç işleyenlerin çoğunluğunu aynı bölgede doğmuş kişiler oluşturduğu halde, büyük kentlerde suç işleyenlerin büyük çoğunluğunu kırsal kesimde doğup sonradan şehre göç etmiş kişiler oluşturmaktadır.

Geçimini tarımdan sağlayan ve kırsal alanda yaşayan kesimdeki hızlı nüfus artışı ve tarımsal makinalaşma ile kentlerdeki sanayileşme nedeniyle 1950’ lerden bu yana köyden kente göç olgusu artmıştır. Bu nüfus artışının doğurduğu konut yetersizliği özellikle seçim dönemlerinde oy kaygısıyla göz yumulması nedeniyle gecekondulaşmaya, plansız ve sağlıksız bir kentleşmeye sebep olmuştur.

Daha iyi yaşama özlemi içinde şehre göç eden aile geldiği yerde tam olarak umduğunu bulamamakta, şehirde yeni ve katlanılması güç sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır.

Örf ve adetlerine sadık, kapalı ve özel bir toplumsal yaşam biçimine sahip gecekondunun çekirdek ailesi geniş kırsal aileden de, kentin modern çekirdek ailsinden de farklı bir kültüre sahiptir. Göç ettiği şehire uyum güçlüğü içindedir. Özellikle işsizlik ve yetersiz gelir düzeyi bu uyumu daha da zorlaştırmaktadır. Kentin insan yaşamını kolaylaştıran konforunun çekiciliğine özenmekte, ancak kentteki gelenek ve göreneklerin kırsal kesimdekilere uymaması nedeniyle aynı zamanda kent değerlerini yadırgamaktadır. Erkek otoritesini yitirmekten korkmakta, kadın ve çocuklar daha bağımsız olmak istemektedirler. Bu kültür çatışması en çok genç kuşakları etkilemektedir.

Kent yaşamına hazır olmayan çocuklar, bir yandan da dışarıdan göç edenlere karşı kentlilerin önyargıları yüzünden soyutlanmaktadır.

Bu uyumsuzluklara tepki olarak kendini kanıtlama, kentli yaşıtlarına özenme ve otoriteye baş kaldırma gibi etkenler çocuğu suça yöneltmektedir. Toplumsal yalnızlık çeken ailede çocuk suçluluğu çoğunlukla bir baş kaldırma ve çevreye karşı çıkma girişimi olarak belirmektedir.

Aynı şehirlerden gelen ailelerin genellikle aynı semtlerde oturmayı tercih ettikleri görülmektedir. Bu aileler kentte toplumsal yalnızlıktan ve uyumsuzluklardan daha az etkilenmek amacıyla akrabaları ya da hemşehrilerinin oturdukları yerleri seçmekte, kırsal kesimdeki kadar yoğun olmasa da toplumsal dayanışmayı sağlamak istemektedirler. Göçlerin ve gecekondulaşmanın büyük şehirlerde sosyal gerilimlere, sosyal gruplar arası çatışmalara sonuç olarak çocuk suçlarının özellikle mala yönelik suçların artmasına neden olduğu belirtilmektedir. Kentlerdeki yaşam koşullarının zorluğu etraflarını saran gecekondu bölgelerine yansımaktadır. Geleneksel aile çevreye direnemez olduğunda gevşeme ve serbestleşme olmakta , bunu hisseden çocuğun ilk tercihi sokak olmaktadır

Ekonomik güçlükler nedeniyle çocukların okula gönderilmeleri ikinci planda kalmakta, ekonomik yönden aileye katkıda bulunma zorunluluğu onların öğrenim çağında para kazanma çabası içinde bulunmalarına sebep olmaktadır. Sonuçta çocuklar ya ayakkabı boyacılığı, hamallık, midyecilik gibi niteliksiz işler yapmakta, ya da dilencilik, tombalacılık, kaçak sigara satma gibi işlere karışmaktadırlar. Çocuğun erken yaşta çalışmak zorunda kalması hem eğitimini aksatmakta, hem de iş çevresinde zararlı alışkanlıklar kazanabilmesine yol açmaktadır.

Gecekonduların genel özellikleri küçük, dar ve sağlıksız konutlar olmaları, alt yapılarının bulunmamaları ve kalabalık nüfusa sahip olmalarıdır. Çocuk kendisine ait dinlenebileceği, hayal gücünü ve düşünmesini geliştirecek oyunlar oynayabileceği odadan mahrumdur. Kalabalık ailelerde kavga, üzüntü hatta cinsel ilişkiler çocuğun pek yakınında olmaktadır. Yaşam güçlükleri nedeniyle yeterli ilgi, disiplin ve eğitim verilememektedir. Çocuk ailenin eksikliğini giderecek, içindeki enerjiyi uygun yerlere kanalize edecek ve toplumsallaşmasını sağlayacak okuldanda uzak kalmaktadır.

Yavuzer' in bir çalışmasında suç işlemiş 1181 çocuktan 701 inin gecekonduda oturduğu belirlenmiş, sonraları İstanbul'da yapılan çalışmalarda davası görülen çocukların neredeyse tümünün ikamet yerlerinin gecekondu olduğu görülmüştür.

Göç olayını yaşayan çocuklar daha çok hırsızlık ve yaralama suçlarını işlemektedirler. Yaralama suçlarının toplumsal uyumsuzluk kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Hırsızlığın ilk planda daha çok ekonomik zorluklar nedeniyle yapıldığı, çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için bu yola başvurduğu düşünülebilir. Gerçekte nedenlerin ve tehlikenin en büyüğü ana babanın sevgi, şevkat ve bakımından yoksun olmaktır. Hırsızlık yapan çocuk bu yolla maddi gereksinimini gidermekten çok ailenin ve okulun denetiminden uzak kalmanın verdiği bir başıboşluk içinde suça yönelmekte, sevgi ve sevecenlik eksikliğini gidermek için bu yola başvurmaktadır.

Şehrin çevresinde kurulmuş alt yapısı ve halka hizmet verecek olan okul, hastane, karakol gibi kurumları bulunmayan, plansız, dar ve karmaşık sokaklara sahip gecekondu bölgelerini polis ve jandarma tam olarak denetleyememektedir. Gecekondular kendine özgü yapısından ayrılarak ABD slumları gibi suçlu üreten yerler haline gelmektedir

Kentlere, endüstri merkezlerine adeta hücum eden gençlerdeki kültür çatışmasının anti-sosyal davranış ve suçluluktaki rolü küçümsenemez .

Kırsal kesimden kentlere göç olayı, özellikle genç kuşakları etkileyerek suç potansiyelini de beraberinde getirmektedir. Ancak gelecekte batı ülkelerinde görüldüğü gibi kent kökenlilerin suçlu çocuklarının çoğunluğu oluşturması olasılığı da göz ardı edilmemelidir.

İlgili Anayasa Maddeleri:

Anayasa’ nın 23. maddesi:

Herkes yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli bir kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek amaçlarıyla sınırlanabilir

Anayasa’ nın 35/3. maddesi:

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz

Anayasa’ nın 56. maddesi:

Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tel elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.

Gecekondulaşmanın önlenebilmesi için çözüm önerileri:

· Gecekondulaşmanın önlenebilmesi için siyasi iktidarların oy kaygısından uzak şehir yasaları yapılmalı, imar affı kanunları yürürlükten kaldırılmalı , imara dönük af yasası olmamalıdır.

· Kamunun malı olan devlet,hazine , belediye arsalarına yapılan kaçak yapıların , gecekonduların kente karşı işlenmiş bir suç olduğu görüşü toplumun bütün kesimlerince benimsenmeli;

· Türk Ceza Kanunundaki hırsızlık ve gasp suçlarına eşdeğer kabul edilecek yasal düzenlemeler yapılmalı , imar mevzuatına aykırı yapılaşmalara karşı müdahale ve yaptırım gücüyle donatılmış, meslek odaları ,sivil kuruluşlar ve bilim adamları katılımlı ,özerk , yerel ve demokratik denetleme kurumları oluşturulmalı ;

· Yaşadığımız kente sahip çıkma amacıyla hukuka aykırı olarak tesis edilen idarenin her türlü işlem ve eylemine karşı sorumlu bir birey olmanın gereğini yerine getirerek "menfaatlerimizin ihlal edildiği " her durumda idari yargı yoluna başvurarak iptal davalar açmak hepimiz için hem bir hak hem bir ödev olmalıdır.

· Hazine arazilerinin belediyelere ve toplu konut kooperatiflerine devri ile gecekondu önleme bölgeleri oluşturulmalı, gecekonduya karşı proje uydu kentler yapılmalıdır.

· Köydeki gelir azlığı , verimsizlik , işgücü fazlalığı gibi itici nedenlerin önlenmesi gerekmektedir. Kırsal alanda verimkar istihdam olanakları meydana getirilebilmelidir. Tarım dışı hizmetler kırsal alana girmelidir.

· Sanayi kuruluşları şehir dışı nitelikte oluşturulmalı , hammaddeye bağlı olmayan serbest sanayi kuruluşları iş gücü arzının en yüksek olduğu bölgelere kurulmalı, bölgeler arası dengeli politika uygulanmalı ,sanayi nüfusu yurt çapında dengeli dağıtılmalı, GAP projesi benzeri DAP ,KAP projeleri yaşama geçirilerek halkın doğduğu yerde tutulması sağlanmalıdır.

· DAP, KAP gibi projelerin gerçekleştirilmesi şehirlere göçü engelleyerek şehirlerde meydana gelen bir çok sorunların yanında suçlulukta da bir azalmaya neden olacaktır.

· Demiryolu ağırlıklı hızlı bir ulaşım sistemi oluşturulup, cazibe merkezi olan büyük şehirlere gidip-gelme kolaylaştırılarak, şehre göç ihtiyacı ortadan kaldırılmalıdır.

AİLE:

Aile çocuğun yönlendirilmesinde ilk etkin kurumdur. Çocuğun kişiliğinin gelişmesinde ve öğrenmede aile çevresi önemli yer tutar. Aile çocuğun beslenme, bakılma, korunma, sevilme ve eğitilme ihtiyacının karşılandığı yerdir. Ana baba severek, özenli bakım vererek çocuğa güvenli ortam oluşturur. Sağlıklı büyümesini güvence altına alır. Yeteneklerinin gelişmesine yardımcı olup yol göstererek, kuralları öğreterek, davranışlarına yol vererek, gereğinde denetleyerek, sınır çekerek toplumla uyumlu bir birey olmasını sağlar. Doğru ve yanlışı ayırt etmeyi öğretip, kendi davranışlarıyla örnek olarak kişiliğinin gelişmesine ve cinsel kimlik kazanmasına yardımcı olur.

Aile ve suç ilişkisi incelendiğinde, bireyin aile çevresinde görülen bazı temel özelliklerin suça nasıl zemin oluşturabileceği üzerinde durulmalıdır. Aile içerisindeki her türlü olumsuzluğun çocukları etkileyerek suça eğilme etkeni oluşturabileceği düşünülmektedir.

Çocuğun ailesinde sağlıklı gelişimi engelleyebilecek çeşitli etkenler bileşiğinden söz edilebilir.

Geleneksel yapıda aile ile birlikte oturan büyükanne büyükbabalar veya diğer akrabalar hatta komşular çocuğun uyumlu ve hafif bir baskı ile kontrolüne ve sosyalizasyonuna yardımcı olmaktadırlar. Bu sorumluluk kentlerde çekirdek ailelerde tümüyle ebeveynlere aittir.

Suçluluk öğrenilmiş bir davranış olarak kabul edilmekte, aile içinde bir yetişkinle kendini özdeşleştiren ergen bu kişinin bozuk kişilik yapısına sahip olması durumunda, bu davranış örneğini alabilmektedir.

Yine, ana ve/veya baba yokluğu da çocuğun duygusal gelişimini etkilemekte, uyum ve davranış bozukluklarına yol açmaktadır.

Suçlu çocuklar arasında görülen parçalanmış aile oranları, toplumun geneline göre yüksektir.

Parçalanmış aile den maksat boşanma,ölüm veya terk sebebiyle ebevenlerden birinin olmayışıdır. Aile birliğinin ölüm, boşanma, terk ,ya da çalışma gibi nedenlerle sona ermesi ki buna fiziki ayrılık diyebiliriz; ve ailede meydana gelen huzursuzluk ve çekişmeler ki buna psikolojik ayrılık diyebiliriz, çocuk kişiliğini zedeleyebilir. Yetişmesini tehlikeye sokarak potansiyel suçlular doğurabilir.

Ayrılma veya boşanma yoluyla parçalanan aileler ile suç ilişkisi, ebeveynlerden birinin ölümüyle parçalanana ailelere oranla daha yüksektir.

Yapılan çalışmalarda Türkiye'de parçalanmış aile oranı %8 civarında iken, suçlu çocuklar arasında %19-22 arasında bulunmuştur.

Aile bireylerinin ve çocuğun eğitimlerinin yeterli olmaması, ailede örnek bireylerin olmayışı ve suçlu birey örneklerinin bulunması da çocuk suçluluğunu arttıran etkenlerdendir. İlk eğitimin alındığı ailede, ana babaların eğitim düzeylerinin düşük oluşu, çocuğa yeterli eğitim ve tutarlı disiplin verebilmelerine engel olmaktadır. Hükümlü çocukların çoğunun ana babalarının öğrenim düzeylerinin düşük olduğu belirlenmiştir. Elde edilen düşük eğitim oranları ülke standartlarının altında olmaktadır.

Kalabalık ailelerde ayrı bir sorundur. Bu tip ailelerde kavga, üzüntü ve cinsel ilişkilerin çocuğun pek yakınında olması, ekonomik zorluklar nedeniyle yeterli ilgi ve eğitim verilememesi ya da çocuğun çalışmak zorunda kalması suçlara zemin hazırlamaktadır.

Tek çocuklukla suçluluk arasında bağıntı kurulamamıştır.

DİSİPLİN YÖNTEMLERİ:

Kötü ve tutarsız disiplin yöntemleri de çocuğu suça itmektedir. Gereğinden sert ve sıkı disiplin kadar, çok gevşek ve ihmalkar disiplinde zararlıdır.

Devamlı azarlanan hor görülen çocuğun kendisine ve çevreye güveni azalır. Kimseye inanıp güvenmez, sevilmediğini sanır, aşağılık duygusu gelişir. Büyüklerin ilgisini çekmek için gereksiz davranışlar gösterebilir. Çevreye uyumu bozulur, isyankar, kavgacı, sinirli, kaygılı, yalancı ve söz dinlemez olur. Yaş büyüdükçe topluma uyumsuzluk ve başkaldırı, evden ve okuldan kaçma, kuralları çiğneme ve toplumca suç sayılabilecek davranışlarda bulunma eğilimi gösterebilir.

Çocuğun reddedildiği, sağlık hizmetlerinin aksatıldığı , çocuğa düşman gibi davranılan ailelerde, çocuk sinirli, duygusal yönden kırık, başkalarına özellikle kendinden küçük ve zayıflara karşı düşmanca duygulara sahip birey olabilmektedir.

İlgisiz ailelerde, ebeveynler çocuğu sevmemekte, çocuk kendilerini rahatsız edene kadar ona ilgisiz kalmaktadırlar. Çocuğu savsaklamakta, zorda kalırlarsa yalın bir ilişki kurmaktadırlar. Bu ailelerde de çocuk ilgi toplamak için çoğu zaman hoş olmayan davranışlarda bulunur. Bu arada orta derecede bağımsızlık duygusu gelişir. Sonraları aradıklarını arkadaş çevresinde bulunca, aile ile açıkça çatışmaya girer ve evden kaçabilir.

Baskıcı, otoriter ailelerde çocuk, nazik, dürüst ve dikkatli olmasına karşın çekingen, başkalarının kolayca etkisinde kalabilen, aşırı duyarlı çocuk olmaktadır.

Dayak yiyen çocuk asileşmekte, duygularını dile getirememekte, bastırılan bu çocuk okulda saldırgan olmakta, toplum dışına itilmektedir.

Çocuklara karşı aşırı hoşgörüde bulunan ya da boyun eğen ailelerde çocuk, bencil, otorite tanımaz birey haline gelmektedir. Bu çocuklar ev dışında da kendini çok beğenmiş, başkalarına hükmetmeyi seven bireyler haline gelebilmekte, öğretmen, polis v.b gibi yasal otoriteleri kolay kabul edememektedirler.

Aşırı koruyucu ailede ise aşırı bağımlı, kendine güveni olmayan çocuklar yetişmektedir.

Suçlu çocukların anne-babaları tarafından uygulanan displinin oldukça katı ve acımasız olduğu belirlenmiştir. Bu tavırlar giderek ana babaya nefretin ve düşmanlığın artmasına yol açmaktadır.

Aileden ayrı kalma, ailede suçlu birey örneklerini bulunması, ailede alkol, uyuşturucu kullanılması, kumar oynanması, gibi etkenlerde suçluluğa zemin hazırlamaktadır.

MEDYADAKİ ŞİDDETİN ETKİSİ:

Televizyon, şiddet ve çocuk;

Televizyon daha erken çocukluk dönemlerinden başlayarak önemli bir model oluşturmakta, çocuklar özellikle dizi kahramanlarını kendilerine örnek alarak, günlük yaşam ve oyunlarına yansıyan modeller oluşturabilmektedir. Çeşitli dizi kahramanlar bile davranış ve hareketleriyle çocuktaki saldırganlık dürtülerini harekete geçirebilmektedir.

Televizyon çocuk için güçlü bir öğretmendir. Çocuk uyku hariç diğer etkinliklere televizyondan daha az zaman ayırmaktadır. Buna rağmen birçok ebeveyn ve hekim televizyonun gücünü görmezden gelmekte ve yeterince değerlendirememektedir. Bunun bir nedeni televizyonun bir fantezi olarak kabul edilmesidir. Ancak çocuklarda erişkinlerdeki yargılama yeteneklerinin gelişmediği unutulmamalıdır. Bu nedenle televizyonda izlenenler gerçek olarak değerlendirilir ve davranışa şekil verir. Televizyon programlarındaki gizli temalar özellikle gençleri etkilemekte, kimlikleri etkilere açık olan ergenler için, televizyon cinsel davranışlar, alkol kullanımı gibi konularda da bir bilgi kaynağı oluşturmaktadır.

Ondört aylık bir çocuğun televizyonda gördüğü bir davranışı taklit edebilecek ve içe alabilecek düşünce kapasitesine ulaştığı gösterilmişitr.

Günümüzde televizyonda sunulan çizgi filmlerde ve diğer filmlerde şiddet ögesinin fazlasıyla yer aldığı dikkati çekmektedir. Bu şekilde yüksek düzeyde şiddeti izlemeye maruz kalan çocuk, kötü uyarım bombardımanına uğramakta, bunlar da onda ortaya çıkacak saldırgan davranış ve tutumları güçlendirmektedir.

Doğuştan gelen cinsel davranış ve saldırgan davranış potansiyellerinin aşırı uyarılması olumsuz koşullandırma ile sonuçlanabilir. Çocuğun izlediği saldırgan davranışı taklit etmesinin, içinde yaşadığı ortamla da ilişkili olacağını da belirtmekte yarar vardır.

Çocuklar erişkinleri taklit ederek öğrenirler. Saldırgan modeller çocuklarda ve erişkinlerde saldırgan davranışı etkilemektedir.

Rouvroy, suçlu gençlerin % 30'unun sinemanın etkisi ile suç işlediklerini saptamış, Gilmer bu oranı % 80-90'a kadar çıkarmıştır. Burt-Healey ABD' de bu oranın % 1-5 arasında kaldığını öne sürmüş, DH Scott suçlu çocuklar arasında yaptığı çalışmada sinemanın etkisini gösteren kesin kanıtlar bulamadığını belirtmiştir. Bumer ve Hause bu etkinin % 25 oranında bulunduğunu belirtmiştir. Tüm yaş gruplarını içeren bu araştırmalarda bir görüş birliği bulunmamakla birlikte; toplumları etkileyen radyo, sinema, TV ve video gibi araçların, henüz doğru ile yanlışın ayırımını yeterince yapamayan çocukları, uygun gençleri ve erginleri değişik algılama yetilerine göre değişik türde etkileyebileceği belirtilmiştir.

Yavuzer, gazete ve dergilerin suçluluğu yaygınlaştırma konusundaki etkilerini; suç tekniğini öğretmek; suçu olağan, çekici, hatta heyecanlı, yararlı bir faaliyet olarak göstermek; suçluya saygın bir kişilik vermek; suçluyu cana yakın, sempatik bir kişi olarak sunmak; adaletten kurtulmanın kolay olduğunu telkin etmek; adalet mekanizmasını ve polisi gülünç şekillerde göstermek; suçun adeta reklamını yapmak ve ücret aracı haline getirmek şeklinde sıralamıştır.

E Tatlıdil’ in ifadesiyle, "Öğrenilen bir davranış" olan şiddet, gerek yazılı basın, gerekse radyo ve televizyonlar tarafından çocuğa adeta ezberletilmektedir . Her yaşta çocuğun ilgiyle izlediği çizgi filmlere nakşedilen şiddet unsurları, bu filmlerin kahramanlarıyla özdeşleşen çocukları saldırgan yapmakta; vurmak, kırmak, silah kullanmak sıradan, normal davranış biçimleri olarak algılanmaktadır.

Seks sahneleri;

Eve giren gazete ve dergilerin, ailenin tüm fertleri tarafından okunması, yine televizyonun ailenin tüm üyelerince hep birlikte izlenmesi bir takım sakıncaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle Amerikan dizileri seks unsuru taşıyan görüntülerle doludur. Gazete ve dergilerimizde kullanılan cinsellik ögesi ise, ihmal edilmeyecek derecede yoğundur. Uzmanlar, bireyleri cinsel meta olarak gösteren yayınların; çocukların zihinsel, duygusal, sosyal ve ahlaki gelişimi konusunda engelleyici faktör oluşturduğuna işaret etmektedir. UNICEF' in Dünya Çocukları Raporu’ nda “5-14 yaş arasında 250 milyon çocuğun aile bütçesine katkı sağlamak için çalışmak zorunda kaldığı” belirtilirken; UNICEF Başkanı C Bellamy, raporun sonuçlarını değerlendirirken, çocuklar açısından en feci şeyin fuhuş ve pornografiye sürüklenmek olduğunu vurgulamıştır

ÇOCUK VE ERGEN SUÇLULUĞUNUN ÖNLENMESİ

Suça sebep olabilecek faktörlerin varlığı, çocuğu mutlaka suça yöneltecek demek değildir. Bu faktörlerin doğrudan ve tek başına suç sebebi olarak kabülü elbette mümkün değildir. Bir çok çocuğun bu faktörler içinde büyüdüğü ama suç işlemeyip normal bir yaşantı sürdürdükleri görülmektedir. Ancak bu etkenlerin her biri, diğer etkenlerle birlikte suç işlenmesini kolaylaştırıcı, suç işlenmesine cesaret verici etkenlerdendir. Suçlu çocuklar arasında görülen sayılan etkenlerin varlığı, bu faktörlerin suça sebebiyet verebileceklerini düşündürmektedir.

Bunların önlenmesi için sakıncalı ailelerin velayet haklarını sınırlandırabilecek vesayet dairelerinin kurulması, çocuk suçluluğu konusunda uzman eğitimcilerin yetiştirilmesi ve çocuk polisi departmanlarının kurulması gerekir.

Çevre faktörlerinin son derece etkili olduğu çocuk suçluluğunda, kendi dışında nedenlerle suç işleyen çocuğu cezalandırmak değil, rehabilite etmek gerekir.

ÇOCUKLARIN YARGILANMASI

Ceza hukukunda kanunun yasakladığı eylemler suç olarak kabul edilmekte ve her suç karşısında o suçu işleyen kişiye bir ceza öngörülmektedir. Klasik ceza hukukundan farklı olarak çocuk ceza hukuku sisteminde amaç çocuk psikolojisinden anlayan yargıçlar tarafından diğer suçlulara uygulanan yargılama kurallarından daha hızlı ve daha yumuşak yöntemlerin kullanılması ve çocuk kişiliği göz önünde bulundurularak tedbirlerin kişiselleştirilmesidir.

MÖ 22 yy da yazılan ve bilinen ilk hukuk kurallarını içeren Hammurabi yasasında, çocukların anne ve babalarına karşı isyan ederek suç işlemeleri durumunda verilecek cezaların belirtilmesi ve çocukların korunmalarıyla ilgili hükümlerin bulunması, çocuk suçluluğu tarihinin eski çağa kadar uzandığını gösteren kanıtlardan biridir. Eski çağda suç işleyen çocuklara karşı katı hoşgörüsüz ve suç işleme sebepleri araştırılmadan tavır konulduğu, ancak zamanla, özellikle "Roma Hukuku" döneminden itibaren, yaş ve diğer hafifletici faktörler dikkate alınarak, çocuklara karşı daha hoş görülü ve insancıl davranıldığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren ceza hukukunda ilkel nitelikli misilleme prensibinin yerini "suçlunun islahı için çareler aranması" düşüncesi almış, ceza uygulamasında suçlunun korkutulması, uslanması ve sonuç olarak suçların önlenmesi esas amaç olmuştur.

Kanunlar intikam ya da öç alma duygusuyla hazırlanmamıştır. Cezada asıl amaç suçlunun korkutulması, uslanması ve sonuç olarak suçların önlenmesidir. Yani cezalar caydırıcı amaçlıdır.

TCK ve Çocuk Mahkemeleri ile ilgili kanununa göre eylemi gerçekleştirdiği zaman 12 yaşını bitirmemiş çocukların ceza sorumlulukları yoktur. Diğer çocuklarla ilgili düzenlemeler ise “Adli Psikiyatrié bölümünde anlatılmıştır.

Geçmiş dönemlerde yetişkinin ufak bir modeli olarak benimsenen çocuk ve gençler bir suç işlediklerinde yetişkinlerle aynı tarzda yargılanıp mahkum edilmekteyken bu gün bu durum bütünüyle değişmiş, çocuğun gelişme sürecinde olumsuz çevre faktörlerinden çok daha fazla etkileneceği düşünülerek ayrı bir yargılama sistemine ihtiyaç duyulmuştur.

Çocuk için en yararlı ve en az zararlı çözüm tarzını bulmak amacıyla, ilk çocuk mahkemeleri 1899 da ABD’ nin Chicago eyaletinde kurulmuştur. Ülkemizde 1938-1944 yılları arası çalışmalar yapılmışsa da 7 Kasım 1979' da 2253 sayılı "Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu , Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun" çıkarılmış ve ancak Çocuk Mahkemeleri 1987 yılı sonunda faaliyete geçebilmiştir. Bu mahkemelerde halen 12 yaşını doldurup, 15 yaşını doldurmamış çocuklarla ilgili davalara bakılmaktadır.

Çocuk Mahkemelerinde çalışan hakim ve savcıların da özel olarak çocuk konusunda yetiştirilmesi, hukuk bilgilerinin yanı sıra çocuk psikolojisi, pedagoji, eğitim psikolojisi alanlarında eğitilmesi faydalı olacaktır. Hakimlerin, inceleme raporlarını iyi bir şekilde değerlendirebilecek ve rapordaki eksik noktaların incelenmesini isteyebilecek kadar bu konularda bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgiler eğitimleri esnasında verilebileceği gibi, hizmet içi eğitim yoluyla da verilebilir. Bu görevlilerin verecekleri her türlü karar çocuğun kişiliğinin gelişmesini etkileyecektir. İdeali, çocuk mahkemelerinde çalışacak Hakim ve Savcıların, hakimlik stajı esnasında branşlaşması ve ihtisaslaşmasıdır.

ÇOCUK ISLAHEVLERI

Şevki Levent'in bir yaptığı bir araştırmada Çocuk Mahkemeleri ile ilgili kanunda bahsedilen barınma yerlerinin bundan 1 asır önce düşünüldüğü belirlenmiştir. Mithatpaşa Niş valiliği esnasında, cezaevlerinin denetiminde bazı çocukların geçmişlerini incelemiş, bunların sosyoekonomik yönden düşük düzeyde yoksul ailelerden gldiğini görmüştür. Bunun üzerine İslahane adı altında Sofya, İstanbul, Bursa, Manisa ve İzmir'de kurumlar açmıştır. Bu günkü sanat okullarının ve teknik liselerin çekirdeğini buraları oluşturmuştur.

Çocuk tutuklular hükümleri kesinleşinceye kadar ayrı çocuk tutukevlerinde barındırılmalıdırlar. Çocuk Mahkemeleri ile ilgili kanunda belirtilen Çocuk kabul merkezleri işlerlik kazanamadığı için çocuklar onları suça iten ortamlara geri dönmektedirler. Ör:İzmir Santral Garajında kalan bimekan çocuklar suç işledikten sonra (genellikle basit suçlar) yasa gereği cezaları tecil edilip gerekli önlemler alınmadan aynı ortamlara geri gönderilmektedirler.

Alt yapının sağlamlaştırılarak çocuk kabul merkezlerinin işlerlik kazanması bu çocukların suç işlemelerinde etken kötü ortamlara geri dönmelerini engelleyecektir.

Çocuklara ait tutukevleri ve barınma yerleri ile hüküm giyen çocukların topluma yeniden kazandırılmasını sağlayacak eğitim ve sanat edindirme çalışmaları için gerekli alt yapının vakit kaybedilmeden geliştirilip , yaygınlaştırılması da şarttır.

Hiç yorum yok: